DELİ KURT (Hüseyin Nihal ATSIZ)


1403 yılının sonları. Çakır ağa kağnıdaki sultan hanımla birlikte tedirgin biçimde yol alıyor.



“Bu genç atlının bir eşkıya saldırışından çekinmediği belliydi. Böyle bir kış gününde bu yörelerde eşkıya dolaşmazdı. Onun daha büyük bir tehlikeden endişe ettiği anlaşılıyordu. Bu sonsuz yollarda, gecenin bu vaktinde, kağnıdaki kadınla tek başına giden atlının, karşısına çıkacak veya ardından yetişecek olanlar kaç kişi olursa olsun, onlarla bir ölüm dirim çarpışmasına girmekten çekinmeyeceği de belliydi. Kendisini değil, kağnıdaki kadını düşünüyordu.”



Yolcular köye Çakır’ın sütanası Satı Kadı’nın evine geliyorlar. Bir Türkmen kadını olan Satı Kadın kırk beş yaşında. İki yaşındaki oğlu Evren’le yaşıyor. Büyük oğlu Niğbolu, kocası Ankara Savaşı’nda şehit olmuş. İki kızını ise evlendirip gurbete göndermiş.

                                               * * * * *
“Çakır’ın, gizlice sütanasının evine getirdiği genç kadın, bir tehlikeyi önlemek için böyle saklanıyordu: Amasya Beği Şadgeldi Paşa’nın küçük yeğeni olan Balâ Hatun, Yıldırım Bayazıd’ın oğullarından İsa Beğ’in haremiydi.”

Şehzadelerden biri Edirne’de, diğeri İsa Beğ ise Bursa’da. Haremi Bala Hatun hamile ve doğuma üç-dört ay var. Eğer çocuk erkek olur ve İsa Beğ davayı kaybederse çocuğun hayatta kalma şansı yok. Çakır ise Karasi Sancağında tımarlı bir sipahi. Ankara Savaşı’nda yararlılıklar göstermiş güvenilir, genç, yiğit biri. Annesi doğumda öldüğü için Satı Kadın ona sütanneliği yapmış.

                                               * * * * *
“Osmanoğulları çok konuşmasını sevmedikleri gibi, uzun yazmaktan da hoşlanmazlardı. Osmanoğulları büyük iş yaparlar, fakat bundan bahsetmezlerdi.”

                                               * * * * *

“Amcası Tımarlı Sipahi iken Çakır’a Türk usulü silme tokat atmasını öğretmişti. Hasmının yüzüne şiddetle indikten sonra ona silerek ayrılan bu tokat yaman şeydi. Ağaç gövdelerine tokat atarak idman yaparken onun yamanlığını pek anlamamış, fakat bir gün, yakınındaki Rum köyünden üç çocukla kavga ederken nasıl nesne olduğunu görmüştü. Öyle ki, içlerinden biri ve en irisi tokatı yiyip devrilince öteki ikisi tabana kuvvet kaçmış, yaşıtları arasında en hızlı çocuk olan Çakır onlara yetişememişti.”

Çakır 15-16 yaşlarında uğradığı bir hırsız saldırısında İsa Beğ’le karşılaşıyor. İkili Ankara Savaşı’nda omuz omuza çarpışıyor.
Hikâyenin devamında aradan on yıl geçmiş, İsa Beğ ölmüş, en küçük kardeş Mehmed Beğ Osmanlı ülkesine beğ olmuş. Mehmet Beğ’in sipahileri arasına giren Çakır, Bilecikli bir kızla evlenmiş. Beş ve üç yaşlarında iki kızı var.
Çakır bunca yıl sonra Satı Kadın’ı dolayısıyla İsa Beğ’in haremi Balâ Hatun’u görmeye gidiyor. Balâ Hatun eşi İsa beğ’in ölüm haberini aldıktan beş-altı ay sonra vefat etmiş. Dünyaya getirdiği çocuk ise Murad isimli bir erkek. Köylüler arasındaki lakabı ise Deli Kurt. Asıl hikâye de bundan sonra başlıyor.

                                               * * * * *

“– «Ana, bu ne hız böyle? Hamuru da nasıl inceltiveriyorsun? Ben kırk gün uğraşsam bu işi yapamam!» dedi. Satı Kadın gülümsedi:
– «Ben de kırk yıl uğraşsam senin gibi kılıç savuramam. Dünya yaratılırken işler de bölüştürülmüş.»

                                               * * * * *

“Şu kadar ki, bu gerçeği daha doğrusu bu korkunç gerçeği sütanasıyla kendisinden başka kimse bilmiyordu. Demin Satı Kadın yufka açarken onu nasıl bir telkinle büyüttüğünü de anlatmıştı. Deli Kurt,  kendisini Osman adlı bir adamın oğlu olarak biliyor, Osman’ı da Çakır’ın dayızadesi diye tanıyordu. Ansının adını Ayşe diye bellemişti. Arasıra mezarına gidiyordu.”

                                               * * * * *

“Bu gece sanki beğ sofrasında ziyafette idim. Bunun keyfini tamamlamak için de biraz dışarıda dolaşacağım. Şu parlak ay ışığının altında dünya güzelliklerini göreyim diyorum. Böyle çok ayların altında sabahladık ama can kaygısından, düşman gözlemekten aya kim bakıyordu ki…”

                                               * * * * *

“Deli Kurt döğüşte yenilmeyi kabul etmezdi. Fakat güreş öyle değildi. Onun kaideleri ve hakemi vardı. Hakem «Yenildin!» dedikten sonra mesele kapanıyordu. Murad aslında mızıkçı değildi. Hele büyüklere, büyüklerin sözlerine karşı pek saygılıydı.

                                               * * * * *

“– «Osmanlı çerisi az konuşur!» dedi.
– «Neden ağam?»
– «Gâvurun çaşıtı vardır. Çeriden duyduğunu kendi ordusuna ulaştırırsa Osmanlı’ya zarar gelir.»
– «Yalnızken bizi kim duyar?»
– «Yalnızken kimse duymaz ama yalnızken de az konuşmaya alışanın ağzı sıkı olur. Kalabalıkta boşboğazlık etmez.»
– «Çaşıt nasıl olur?»
– «Çaşıt Rum’dan olur, Frenk’ten olur, Çıfıttan olur ama sen onu tanıyamazsın. Çünkü o Türk kılığına girer.»”

                                               * * * * *

“Osmanlılar ne Birleşik Haçlılardan çekinirler, ne de yeni bir Aksak Temür Beğ’in çıkmasından telaşa kapılırlardı. Fakat bir Osmanlı Şehzadesinin meydana atılmasından büyük huzursuzluk duyarlardı. Osmanlı ancak Osmanlı’dan korkardı.”

                                               * * * * *

“«Şu ömür dediğin şey savaştan kaçan Rum atlısı gibi ne çabuk yol alıyor! Siz ikiniz de elime doğmuş çocuklardınız. Bir karışıklık eşiği aşamayıp da yuvarlandığınız günlerde sipahi olacağınız aklıma gelir miydi? Yaşım kırk dokuzu buldu da bunca yıllık işler daha dünmüş gibi gözümün önünden geçiyor.»”

                                               * * * * *

“İki arkadaş uzun uzun bakıştılar. Bir Osmanlı sipahisinin, meseleleri kılıçla çözmeğe alışmış bir Türk tımarlısının bu kadar çapraşık bir işi kavramasına imkân yoktu.”

                                               * * * * *

“– «Birbirinizi severseniz gözlerine bakarsın. Hiçbir şey olmaz. Sevgi körleşmeye başlayınca gözler ağulanır…»”

                                               * * * * *

“Ay ışığı altında, Yassı Tepe’nin ardındaki bu düzlükte iki bahadır, yüzünü görmemiş oldukları bir kız için vuruşup duruyorlardı.”
  
Kitap Hakkında Kim Ne Demiş?
(İşaretli yerlere tıklayarak yazıların tamamını okuyabilirsiniz)

Kitabı beğeniyle okudum. Biraz destan biraz masal karışımı hoş bir hikâye. Kitaptaki “Gökçen Kız” masalı da aynı ismi taşıyan karakterle canlılık kazanmış.
Anlatı tarihi bir hikâye gibi başlayıp destan tarzına evriliyor. Bu bakımdan biraz BattalGazi’yi çağrıştırdı bana.
Doğal ve akıcı bir anlatımı olan eserde yazar bizi alıp anlatının içine dâhil etmiş sanki. Kahramanlarla üzülüyor, onlarla seviniyor, bir arada yaşıyormuş gibi hissediyorsunuz.
“Deli Kurt” öğrencimden ödünç alıp okuduğum bir kitaptı. Daha önce Hüseyin Nihal Atsız kitaplarından okumamıştım ve kendisi hakkında pek bilgim yoktu. Eğer ayrıntılı bir hayat hikayesi okumak istiyorsanız "Hüseyin Nihal Atsız Kimdir?" adlı yazıyı tavsiye edebilirim. Bu arada pek çok yerde yazarın ırkçılığı ile ilgili söylemler karşınıza çıkabilir. Bu konuda kararı size bırakıyorum. Diğer eserlerini bilemem ama bu eserinde bir iki cümle dışında "soy" ile ilgili görüşleri yer almıyor. Bu da hikayenin içinde kaybolup gidiyor zaten. Betimlemeler ve anlatımın samimiyeti ile sizi saran bir "insan" hikayesi. Bir de tanıtım yazısında söz edildiği üzere entrikalı taht kavgaları yok bu kitapta. İnsani yönlerin, sevginin biraz daha vurgulandığı naif bir hikaye.                     
                                 ▬    ▬      ▬

Bu Haftaki Tercihleriniz

BİR ÖMÜR BÖYLE GEÇTİ (Faruk Nafiz ÇAMLIBEL)

KAPLUMBAĞA TERBİYECİSİ (Emre CANER)

YALNIZLIK PAYLAŞILIR (Halil CİBRAN)

DEDE KORKUT HİKAYELERİ

ADSIZ ÜLKE (Alain-FOURNİER)